MenüLer. |
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
ÜLKÜCÜ HAREKETİN İLK ŞEHİDİ RUHİ KILIÇKIRAN ( 4 Ocak 1968)
İlk Fakat Son Değil
Bir olmak veya olmamak mücadelesinin arefesindedir Türkiye... Çok olaylara gebedir. Neden mi olacak bütün bunlar? Cevap gayet basittir. Artık Türkiye'nin Müslüman-Türklere ait olduğunun ispatlanması lâzım. Hem de bu ispatlama fikir yönünde olduğu kadar gerekirse acı kuvvetle de olacaktır... Biz fikir yoluyla olmasını isterdik, haklı davamızın fikren ispatı çok kolaydı. Ne yazık ki olaylar hiç de düşündüğümüz gibi tezahür etmedi. Şimdi karşımızda taş gibi acı vakıalar var, gerçekler var. Fikren mücadelemizin semere vermeyeceğini en güzel şekilde ispatladılar. Mana yönünden fethi henüz tamamlanmamış olan Anadolu'nun elli yıldan bu yana ilk şehidi. Belki de ruh âleminin çöküntüsü tamamlanmak üzere olan Müslümanlara bir işaret, bir haberci, belki de bir ikaz durumundadır. Ama ne dereceye kadar kıssalardan hisse alacak ve ne dereceye kadar olmak yolunda ölen şehidimizin ruhunu şad edeceğiz... Bu şad ediş ne şekilde olur? Ruhlardaki infial nasıl hareket hâlini alır? Bütün bunların cevabını daha sonra vereceğiz. Şimdi olayın sadece görünüşünü inceleyecek, görünmeyen yönlerine sonra tekrar döneceğiz.
Hadise bütün Müslümanların üzerine rahmet yağan bir ramazan gecesi olmuştur. Herkes insan olmak yönünden kendi nefis muhasebesini bizzat yapar o günlerde. İman cephesi; bir zincirin halkaları misali ayrılmaz olur, birlik ve beraberlik son haddini bulur. Tekleşen gönüller, ifadelerini, bükülen boyunlar ve açılan ellerde bulur. Gözler pınarlar misalidir.
Yağmurlar yağar bu pınarlardan... O yağmurlar ki; inananların gözyaşları ve Hakk'ın rahmetidir, daima... İşte böyle bir gün. Vakit akşamdır. Yani iftar vakti. Akşama kadar İslâm'ın her emrinde bulunan hikmetin yüzlere verdiği İlâhî bir nurla nurlanmış yüzlerin gönül gönüle, kalp kalbe vererek iftar yapışları... Sonra tanıştıklarıyla Iisanı gali ile, tanışmadıkları ile lisanı hâl ile sohbet... Yemeği müteakip namaz ve çay içmek için kantine geliş...
Olay bu anda içeri giren bir şair bozuntusu ile başlar. Hani malûmunuzdur, şu son devirlerde çıkan ve dine, imana söverek meşhur olanlardan. Girer girmez sövgüsüne başlar. Tabiîdir ki Allah'a inananlar böyle aziz bir günde buna tahammül edemezler. Sanatını başka yerde icra etmesini söylerler. Hatta mükerreren rica ederler. Adam gitmek isterse de malûm zihniyetin uşağı olan bay Zülküf, mani olur. Münakaşa uzamış, olay artık bir çatışma hâlini almıştır. Hadisenin yatışması için Yurt Talebe Başkanı, Yalçın Serinsöz araya girer. Bu da sonuç vermez. Ruhi'nin olaya karışması bundan sonra başlar. O, halk şairi(!) ile konuşurken Zülküf, Ruhi'ye saldırır. Artık tren raydan çıkmıştır. Ruhi mukabele eder. Birkaç kişi saldırdığı halde hepsini savmıştır başından. Bu sırada yere düşmüş olan Zülküf, tabancasını iki defa ateşler. Bunu kardeşinin namluyu Ruhi'nin sırtına dayayarak sıktığı kurşun takip eder. Artık yere yuvarlanmış ve öldürücü yara açılmıştır. Hemen hastaneye kaldırılmasına ve her türIü ihtimama rağmen kaderin tecellisine uyarak, 4 Ocak 1968 akşamı saat 20.00 sularında Hakk'ın rahmetine kavuşur.
Görünüş itibariyle cinayetle sonuçlanan bir olay ve her gün rastlanan zabıta vak'alarından biri olmaktan öteye gitmeyen bu hadise acaba bu kadar basit bir düşünce ve yorumla bizi gerçeğe götürür ve hakikati buldurabilir mi?... İşte bu suale her aklı selim sahibinin vereceği cevap: Hayırdır. Bu hayır ifadesinin manasına nüfuz edebilmek için olayların öncesine bir göz atmak gerekir. Şöyle ki geçen sene Site Yurdu Başkanlığını Zülküf Şahin yapmıştır. Bu seneki seçimlerde yurt idareciliğini ve başkanlığını imanlı gençler ele geçirmişlerdir. Seçimler arifesinde en geniş faaliyette bulunanlardan biri de Ruhi'dir. Zülküf, başkanlığı sırasında yurdun lokantasına ve kantine akrabalarını ve üvey kardeşini yerleştirmiştir. Ruhi'yi vuran Zülküf'ün üvey kardeşidir. Kavgayı başlayan ise Zülküf. Gelen şair bozuntusu. Allah'a ve dine küfrettiğine, Zülküf'le özel olarak tanıştığına göre bu bir tertiptir. Tertiptir ve bu tertibi malûm zihniyetler yapmıştır. Malûm zihniyetler diyorum çünkü Zülküf, T.İ.P. (Türkiye İşçi Partisi) Gençlik Kolları başkanlığını uzun zamandan beri yapmaktadır. Aynı zamanda yurtta bu fikirlerinden dolayı tanınan ve nefret edilen bir kişidir. Bundan önce de fikirlerinden dolayı kavgaya girişmiş ve linç edilmekten kurtulmuştur.
Tertiptir çünkü; sekiz seneden beri Hukuk Fakültesi'nde talebe olan Zülküf, tabanca taşımanın suçunu çok iyi bilmektedir. SiIâh taşımak ve bile bile suç işlemekse bir kastı icap ettirir. O hâlde bu yine bir tertiptir. Neyse... Bu babda söylenecek söz çok ama biz bu kadarla iktifa ediyoruz. Olayın bir diğer yönü daha vardır.
O da Komünistlerin artık Müslümanlara karşı fiili harekâta başlamalarıdır. Aslında yapmak istedikleri şeyi şimdilik kaydı ile bir kişi üzerinde tatbik etmektedirler.
Oysa bu bir kişi; sen, ben veya bir başkası olabiIirdi. Herhangi bir Müslüman... O takdirde onlar yine yapmak istediklerini yapmış olacaklardı. Zira öldürecekleri herhangi bir Müslüman-Türk'ün şahsında bütün Müslümanlara yönelttikleri silâhı ve gıcırdattıkları sırtlan dişlerini görmemek mümkün değildir. Bu cennet yurdu kızıl bir peyk ve bu peykin yarınki köpekleri olmak sevdasından gözü dönen bu köpeklerin artık son bir derse ihtiyaçları vardır. Zira bunlar zemzem kuyusuna siğerek meşhur olmak isteyen kuduz köpeklerdir.
Artık zaman gelmiştir. Hukuk devleti içinde aleni cinayet işleyenlerin cezasını elbette sadece mahkemeler değil; Müslüman-Türklerin vicdanları ve aksiyonları da verecektir. Zira bu mecburiyettir. Böyle yapılmazsa: ilk kurşunu takip edecek birçok kurşunlar ve ilk şehidi takip edecek bir çok şehidler olacaktır. Bu kurşun ilktir fakat son değil. Şehidimize Allah'tan rahmet, bütün gönüldaşlarına ve ailesine baş sağlığı dileriz.

CEVDET KARAKAŞ
Elazığ'lı olup 21 yaşındaydı. Ailesi ile birlikte Almanya'da bulunuyorken, Türkiye'ye vatanına dönmüştü. Elazığ'da cereyan eden bu olaya adı karıştığı için tutuklandı ve 12 Eylül Mahkemeleri'nde yargılanarak idam cezasına çarptırıldı. 4 Haziran 1981 günü sabahın erken saatlerinde Elazığ kapalı Cezaevi'nde asılarak şehit edildi.
Ailesi Almanya'da rızk peşinde. Oğullan idam talebiyle mahkeme önünde...
Avukatı yok. Barolardan bir tek avukat bu davayı üstlenmek istememiş.
Bu davaya girmeme hususunda Elazığ Barosu ittifak etmiştir.
Gayeleri yalnız ve yalnız Allah rızasını kazanmak olan bu insanların karşılaştıkları meşakkatlerde, tek dayandıkları yüce Allah olmuştur.
Bu daire dışında söylenen lafızların hakikat değeri koskoca bir hiçtir.
Gayesinin gereği kimselerden medet ummuyor.
Dili döndüğünce, gücü yettiğince kendini mahkeme önünde savunuyor.
Ne var ki, bir kişiyi öldürmekten sanık Cevdet için karar idamdır.
Onca insan kıyımında makine rolü oynayan marksist yaftalı hainlerin ufacık ufacık cezalarıyla köşe döndükleri hayretle anılacak bir vakadır.
Mazlumların ahlarının yerde kaldığı görülmüş müdür?
Bir zamanlar tilki ve köpek ulumaları ile evlerinden çıkmayan zevatlar devir değişir değişmez aslan postuna bürünerek, gerçek kahramanları kötülüme ve karalama yoluna gitmeleri, düşünen insanlar için ders çıkarılacak bir olaydır.
Cevdet çıkacağına inanıyor. Elazığ Kapalı Cezaevi'nin yapısı isteyen bir insan için, birtakım riskleri göz önüne alarak kaçmaya müsaittir.
Cevdet bu yolu düşünmemiştir. Bağımsız milletin bekası için var olan mahkemeler bulunduğuna göre, isnad edilen eylemin kefareti ağır olmayacaktır
Böyle düşünüyor.
Onunla yakın teması olan yetkililerin ifadesi ile: O isteseydi kaçabilirdi. Kafasında böyle bir düşüncesi yoktu. Çünkü inanıyordu. Çünkü ağır bir yükün altına gireceğini ümit etmiyordu..
itimadı ve güveni havada kaldı
Karar: idam!
Bu safhadan sonra babası Almanya'dan dönüyor. Oğlunun uğradığı haksızlığı ortadan kaldırmak için didiniyor, çırpınıyor...
Bütün gayretler nafile!
Karar değişmiyor.
Cevdet Allah'a yaslanmış, kimseden menfaat ummuyor. Yola çıkanların aklında ve gönlünde sadece, Allah'ın hoşnutl uğunu kazanma düşüncesi vardı...
Daha sonraki gelişmeler onu yalnızlığa itmişse de, o hiçbir zaman moral bozumuna uğramamış, hep dik ve vakarlı olmasını bilmiştir.
Boynuna takılacak ipe tıpkı diğer gönüldaşları gibi yürümüştür.
Zaman zaman kendi kendine tekrarladığı bir söz:
"Ya Rabbi gayem senin rızanı kazanmaktır. Dünyalık hırs ve mevki benden uzaktır. Ben insanlara dayanmadım. Ben insanlardan yardım dilenmedim. Ben beni iyi görsünler, iyi desinler, övgüye tabi tutsunlar diye bu davanın içine girmedim. Bana uygun gördüğün yükten hoşnutum.
Günahlarımı affeyle, iki dünyamı da mamur ve müreffeh eyle!"
İman dolu yüreği, onu şehidler kervanına katmıştır.
CENGİZ BAKTEMUR 2 Mayıs 1982... Malatya’nın Doğanşehir ilçesine bağlı Polat köyünden olup 20 yaşındaydı. Ailece, Doğanşehir’de Yeni Belediye Garajı’nın yakınında Doğu mahallesinde oturuyorlardı. Liseyi yeni bitirmişti. Doğanşehir’de meydana gelen bir olaya adı karıştığı için tutuklanıp cezaevine kapatıldı ve 12 Eylül Mahkemeleri’nde yargılanarak idam cezasına mahkum edildi. 2 Mayıs günü, sabahın erken saatlerinde Elazığ Kapalı Cezaevi’nde asılarak şehit edildi. Mahkemede idam cezasına çarptırıldığını öğrenen annesi, ruhi bunalım geçirdi. Şehadetinden sonra da felç oldu. Cenazesi, Doğanşehir Mezarlığı’na defnedildi.
DARAĞACINDA CAN VEREN BİR ŞEHİDİMİZİN SON SAATLERİ...
Genç yaşta Ülkücü Hareketin saflarına katılmıştı. 12 Eylül öncesinde mücadelenin içerisinde yer almış hatta bu uğurda cezaevine de girip çıkmıştı.
12 Eylül fırtınası, Ülkü Çiçeklerini birer birer dallarından kopararak savurmaya başladığında o günlerde yaşananlardan endişe içinde kalan ailesi, onun hemen askere gitmesini istemişti.
O, Ülkücü sabıkasından dolayı “sakıncalı er” olarak acemi birliğini tamamladıktan sonra usta er olarak değişik yerlerde silahsız görevlere gönderildi. En son geldiği yer Elazığ İl Jandarma Alay Komutanlığı idi. Merkez Bölük Komutanı olan yüzbaşı ise gerçekten milliyetçi ve vatansever bir insandı. Komutanına, devamlı olarak askerlikle ilgisi olmayan onarım gibi işlere koşturulduğunu anlatınca o, bu şikayeti anlayışla karşılamış ve gerekli emirleri vererek onu askerliğinin son aylarında hem onurlandırmış hem de bilmeyerek vicdanında bütün hayatı boyunca kanayacak bir yaranın açılmasına sebep olmuştu.
Artık, cezaevi dış güvenlik nöbetlerine ve koğuş arama operasyonlarına gönderiliyordu. Sorumlu oldukları Elazığ Kapalı Cezaevi ağzı beraber mahkumla doluydu. İçlerinde az sayıda Ülkücü de vardı. O, bir vesile ile Ülküdaşlarını görmek onlarla irtibat kurmak istiyor, bu sebeple cezaevi ile ilgili her hangi bir görev olduğunda gönüllü olarak hemen öne atılıyordu.
İKİ GÜN ÖNCESİ... ANASIYLA SON GÖRÜŞMESİ...
O gün, Nisan’ın son günü, daha önceden ismini duyduğu ancak hücrede kaldığı için bir türlü yüzünü göremediği Cengiz Baktemur ile ilgili bir takım olaylar oluyordu.
Bir süre önce gazetelerde "idam cezası -12 Eylül diktatörlerince- tastiklendi” diye yazılan Cengiz’in annesi kalkıp Elazığ’a gelmişti. İçinde belki yavrumu bir daha göremem endişesini taşıyan bu ana, evladıyla görüşmek istiyor ama cezaevi idaresi bu görüşmeye izin vermiyordu.
Yüreği yaralı ana, oğlunu görmek için bütün gücüyle diretiyor ve cezaevinin önünden de ayrılmıyordu. Daha sonra araya giren bir astsubay, Bölük Komutanı yüzbaşıya kadar ulaşarak bu görüşmenin gerçekleşmesini sağlayacaktı.
İşte, bu görüşme esnasında, o da yanlarındaydı ve Cengiz’i ilk defa orada görüyordu.
Görüşme yerine giren, gözleri ağlamaktan şişmiş olan ana, evladına öyle bir sarılmıştı ki, adeta onu alıp içine koymak, onu bekleyen kötü akıbetten saklamak ister gibiydi. Cengiz’i öpüyor, kokluyor, bağrına basıyordu. Ana, bir yandan ağıtlar yakıyor, kafiyeli sözler söylüyor, oğluna duyacağı hasreti dile getiriyor bir yandan da başta Kenan Evren’e olmak üzere bütün 12 Eylül cuntacılarına beddualar yağdırıyordu.
Mübarek kadın, hıçkırıklara boğularak:
-Oğlum zannetme ki, seni kurtarmak için uğraşmadık... derken, oğlu için ellerinden gelen her şeyi yaptıklarını anlatıyor, başarılı olamadıkları için de adeta özür diliyor, gibiydi.
-Ana yeter ki sen üzülme, alnımıza böyle yazılmış... diyen Cengiz ise, anasını teselli etmek için çırpınıyordu.
İDAM TEZKERESİ GELİYOR...
O gün bölükte yeni bir görev emriyle içtima verilerek herkesin acilen hazırlanması istenmişti. Görev yerleri Elazığ Kapalı Cezaevi idi. Sıcakkanlı ve çabucak dostluk kurmasını bilen bir yaradılışta olduğu için Bölük Karargahında hemen herkes ile kısa zamanda arkadaş olmuştu. Bu sebeple bölük yazıcısına:
-Hayırdır ne oluyor? diye sorduğumda:
-Akşam Ankara’dan şifreli, gizli bir emir geldi, cevabını alınca iyice meraklanmıştı.
-Sen bu işleri iyi bilirsin, hayırdır inşaallah, diye üsteleyince de Yazıcı, emrin muhtevasını bilmediğini ama gelen emrin kodlarından bunun bir infaz tezkeresi olduğunu anladığını söylemişti.
Cezaevinin güvenliğinden jandarma sorumlu olduğu için cezaevindeki durumlar bölükte az çok bilinir ve konuşulurdu. İçeride idam mahkumu olan epey insan vardı. Fakat, onun aklıma bu idam tezkeresinin bir Ülküdaşına ait olabileceği hiç gelmiyordu.
Akşam saat 19.00 sularında cezaevine vardılar. Cezaevi çevresinde gerekli tertibat alındığı gibi içeride de özel bir güvenlik oluşturulmuştu.
ÖLÜM HÜCRESİNDE NÖBETE...
Ona, saat 20.00’de idam mahkumlarının özel olarak tutulduğu ölüm hücresinde bir arkadaşıyla beraber nöbet yazılınca, anlatamayacağı kadar karmaşık bir ruh haline girmişti. İdam edilecek olan kendi kanından, canından bir parça olan Ülküdaşı: CENGİZ BAKTEMUR idi. Nöbete giderken nasıl davranacağını bile kestiremiyordu.
Az sonra cezaevinin, odunluk ile koğuşlar arasındaki bir kısmında bulunan hücrenin önüne geldiğinde Cengiz, namazını yeni bitirmiş, seccadesinden kalkıyordu. Başında yünden örülmüş bir başlık, sırtında bir kazak ve ayağında ise şalvar vardı.
Cengiz’in bir senedir yattığı bu hücrede tutacağı nöbet, diğer nöbetlerinden çok farklıydı. Çünkü bu nöbet, asılacağını öğrenince geçireceği her hangi bir ruhi bunalımı anında bilmeyerek veya idamını engellemek için bilerek kendini yaralamasına mani olmak içindi. Bu sebeple hücrenin kapısı açılmış o da içeri girmişti.
MUHABBETLE VUSLATA...
Selam verdiğinde mütebessüm bir çehre ile "Aleykümselam" dedi, Cengiz. Bu tavrı ona cesaret vermişti. Birkaç dakika sonra onunla, şehadet şerbetini içerek vuslata ereceği ana kadar devam edecek olan bir muhabbete başlamışlardı.
Tanışmaları, bir birlerini bilişleri bütün Ülkücülerinki gibi olmuştu. Hemen müşterek tanıdıkları isimleri bulmuşlar ve gönül kapılarını bir birlerine ardına kadar açmışlardı. Nöbet için de olsa son saatlerinde bir Ülküdaşının yanında olması Cengiz’i çok sevindirmişti.
-İyi ki, senin gibi sohbet edeceğim bir ülküdaşım var yanımda... diyordu.
Cengiz’in, yıllar önce lisede okumak için geldiği bir ilçede tanıştığı, onun da yakınen tanıdığı arkadaşları vardı. Geçmiş yılları andıkları bu mutlu dakikalar su gibi akmıştı...
Sohbet esnasında bazan, üzgün bir tavırla sitemler dökülüyordu dudaklarından, Cengiz’in. Poliste alınan ifadesinden başlayarak mahkeme safhasına kadar uğradığı bütün haksızlıkları ama isyan etmeden bir bir anlatıyor, "Suçsuzum" diyordu üstüne basa basa.
Yargılandığı mahkemedeki hakimin düşmanca tutumu sebebiyle bu cezaya çarptırıldığını anlatırken gözlerini kin ateşleri bürüyor ve mütemadiyen, "Allah’ım, onun ecelini benim elimden nasip eder inşaallah” demekten kendini alamıyordu. Bir kaç saat sonra Hakk’a yolcu edeceğimiz bu yiğit, böylelikle son ana kadar infazının yapılmayacağına dair ümidini koruduğunu da belli ediyordu.
Cezaevi odunluğunun içine kurulan idam sehpası ve çevredeki hazırlıklar bitmiş olmalı ki, çıkmak için hazırlanmaları bildirilince, Cengiz hüzünlü gözlerle kapıya bakarak:
-Gardaş, hayıflandığım şey nedir biliyor musun?! Şimdi beni bir kişiyi öldürdüğüm iddiasıyla asacaklar. Halbuki onlarca kişiyi öldürene bir şey yapmıyorlar. İnan ki, hiç bir şey bu adaletsizlik kadar zoruma gitmiyor... demişti.
Gerçekten de Cengiz’in idam edilmesinden bir hafta-on gün kadar sonra, bu cezevinden 12 PKK’lı kaçacaktı. Bu dehşet verici olay, Cengiz’e gücü yeten diktatörlerin kısa bir süre sonra kimler karşısında aciz kalacaklarının da ilahi bir işaretiydi belki ...
Mübarek üç aylardı. Cengiz de üç aylar orucu tutuyor, namazlarını da hiç aksatmadan kılıyordu. Bir birine ezelden sevdalı bu iki Ülkücü hücrede sohbet ederken saatler ilerliyor, hücrenin önünü de git gide kalabalıklaşıyordu. Bir ara bunu farkeden Cengiz,:
-Dışarıda çok kalabalık var mı? diye sorunca:
-Evet, oldukça kalabalık... jandarmanın tamamı bugün burda, ayrıca bütün gardiyanlar da gelmişler, dedi. Hafifçe iç geçirip dudaklarından fısıltı halinde zehir gibi bir cümle döküldü.
-Titrediğimi mi görmek istiyorlar... Onlar bunu hiç bir zaman göremeyecekler...
Bu arada Cengiz’in idam edileceği bütün cezaevinde duyulmuş olmalı ki, koğuşlardan mahzun bir edayla okunan tekbir ve ilahi sesleri geliyordu. Bu sesler, o gün sabaha kadar hiç kesintisiz devam etti.
İMAM GELİYOR...
İdam edilmesine bir saat kadar zaman kalmıştı. Nereden bulunup getirildiği bilinmeyen bir imam geldi. Adam şaşkın olduğu kadar da endişeliydi. Cengiz’in yanına ihtiyatla yaklaştı.
Cengiz’in nurlu yüzünde yine o ışıltılı tebessüm belirdi.
-Hoşgeldiniz Hocam,
-Hoşbulduk, diyen imamın yüzünden kasvet bulutları dağılmamıştı henüz.
-Hocam, son olarak dini telkini birlikte tekrarlamak istiyorum...
-Niye sen telkini bilmiyor musun...? diye soran imama tatlı ve sıcak bir ses tonuyla:
-Biliyorum Hocam ama eksiğim veya yanlışım varsa düzelteyim istiyorum, dedi.
SON NAMAZ...
Saat epey ilerlemişti. Bu arada idam gömleğini getirdiler ve üstünü değişmesini söylediler. Cengiz, kendisine verilen ve giydiğinde topuklarına inecek kadar uzun olan beyaz gömleği almıştı ki, uzaklardan yankılana yankılana gelen ezan sesiyle irkildi. Ve hemen:
-Müsaade edin de sabah namazımı kılayım!? dedi.
İnfaz komuta heyetinde hoşnutsuzluk ifade eden bir homurtu yükseldi. Aralarında biraz konuştuktan sonra:
-Abdestin var mı...? diye soruldu.
-Evet, abdestliyim, dedi Cengiz.
Böylelikle Cengiz son namazını eda etti... Namazını tamamladıktan sonra da idam gömleğini giydi. Onu darağacının yanına getirdiler.
SON ARZUSU...
Şehadete hazır olan Cengiz’e usulen son arzusunu sordular...
-Bir bayrak ve Kur’an-ı Kerim istiyorum!!!
Ortalık bir anda hareketlendi. Görevliler dört bir yandan koğuşlara doğru koşmaya başladılar. Az sonra birisi, elinde bir Kur’an-ı Kerim ile geldi. Cengiz, Kur’an-ı aldı ve 3 kere öpüp başına koydu.
Koca cezaevinde bir bayrak bulmak epey zor olmuştu. Nefes nefese gelen birinin getirdiği küçücük bayrağı Cengiz’e verdiler. Sakin bir edayla dürülü olan bayrağı açan Cengiz, iki eliyle kenarlarından tuttuğu bayrağı göğsü hizasına kadar kaldırarak ileri uzattı ve sesli olarak:
-Ey benim şerefli bayrağım... Ben seni dalgalandırmak için çok mücadele ettim ama seni dalgalandırmaya gücüm yetmedi... dedikten sonra öpüp başına koydu.
Kur’anı öperken ve bayrağa hitap ederken darağacının önünde bulunan Cengiz’in bir yanında kement ipi sarkıyor, bir yanında da az sonra üstüne çıkacağı tabure duruyordu.
ÜLKÜDAŞLARINA VASİYETİ...
Cellat, esmer tenli, zayıf vücudu ile sabahın alacakaranlığında olduğundan daha uzun boylu görünen Elazığ’ın Hankendi taraflarından olup hırsızlıktan sabıkalı zavallı bir adamdı. Bir kenarda korku içinde tir tir titriyordu.
İnfaz Heyetinden birisi, elindeki kağıttan, az önce elleri arkasından kelepçelenmiş olan Cengiz’in yüzüne karşı idam kararını okudu.
Kısa bir sessizlikten sonra:
-Bir diyeceğin var mı...? diye sordu.
-Evet, birini sormak istiyorum. YARBAY METİN burada mı???
-Hayır burada yok...
-O zaman söyleyeceğim her hangi bir şey yok.
-Eğer o burada olsaydı ne söylemek isterdin?
-Şunu herkes iyi bilsin ki, ben bugün burada Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin kanunlarının gereğince değil, YARBAY METİN’in kanunları sebebiyle infaz ediliyorum... Eğer o, şu an burada olsaydı onun yüzüne tükürürdüm. Ayrıca, bunu onun yanına bırakanlara da hakkımı helal etmiyorum!!!
-........................
İKİ KERE ASILDI CENGİZ...
Sonra daha önceden hazırlanmış olan idam yaftası boynuna asıldı. Başında yünden örülmüş bir başlık (külah) vardı. İdam yaftasını asarken bunu başından almak istediklerinde:
-Onu başımdan almayın. Onu cezaevindeki ülküdaşlarım benim için ördüler...dedi.
İnfaz komuta heyetinde gene bir homurdanma oldu ama sonunda külahın başında kalmasına izin verildi.
Cengiz, tabureye çıkarken cellat da mecburen yanında belirdi. Yukarıdan sarkan kemendi telaş içinde Cengiz’in boynuna geçirip aceleyle tabureye bir tekme atarak kaçtı. Karanlığın koyultusunda saklanmak ister gibiydi.
Anlaşılmaz bir hırıltı kapladı ortalığı... Karanlığa benek benek düşen lambaların fersiz ışığında çırpınan, debelenen beyazlıktan başka her şey sanki taş kesilmişti. Ne kadar geçti bilinmez, Cengiz hala can çekişiyordu. İçlerinden biri, içinde biriken nefesiyle avazının çıktığı kadar bağırdı:
-Böyle bir işkence olamaz ... Tutun lan, kaldırın..!
Aynı duyguları paylaşan iki asker zembereğinden boşanmış bir yay gibi atılarak Cengiz’i ayaklarından tutup havaya kaldırdılar.
Az sonra bir köşeye sinmiş olan cellat bulunup geri getirildi ve bu defa ipi Cengiz’in boynuna tam geçirmesi söylendi.
Ve... cellat, tekrar tabureye tekme attı...
Cengiz, yağlı urganın ucunda hafif hafif sallanırken güneş ışıkları da ufuğu aydınlatmaya başlamıştı.
Bütün Türkler bir ordu katılmayan kaçaktır, Töremizde yazılı harpten kaçan alçaktır!
i Arıkan'ın Babası) ANLATIYOR
Fikri Arıkan
|
|
Çorum'un Alaca kazasından olup 32 yaşındaydı. Ankara Türközü Bademlidere semtinde oturuyordu. Ankara'da cereyan eden bir takım olaylara karıştığı iddiasıyla tutuklanarak Mamak Askeri Cezaevi'ne kapatılmıştı. Yargılandığı 12 Eylül mahkemelerinde "idam"ına karar verildi. 27 Mart 1982 sabahın ilk saatlerinde Mamak Cezaevi'nde asılarak şehit edildi. Cenazesi, Ankara Karşıyaka Mezarlığı'na defnedildi. .
|
ÜMMET ARIKAN (Fikri Arıkan'ın)BABASI
Türközü'nün bayırlarında köhne bir yapı. Ve tozlu topraklı yolların açtığı yerde bir çift göz ev. Yokluk, sefalet ve perişanlık sinmiş evin duvarlarına. Ağlıyor o. Hep inlemede Ümmet Amca. Sidik torbası yanında sarkmış, iki büklüm olmuş belinin orta yerine vurmuşlar, oğlunu şehit vermiş Ümmet Amca. Çökmüş gözleri, sıyrılmış yüz derisiyle çileyi germiş bedenine...
Soruyorum... idam gecesini, öncesini, sonrasını... Bir bir anlatıyor Ümmet Amca. Kâh ağlıyor, kah inliyor, kah debeleniyor için için.
"Yatsı namazını kıldım, selamladım. Radyoyu açtım, açar açmaz Fikri Arıkan, bugün saat üçte idam olacak dedi.
Bayılmışım orada. Kız çocuğu taksi tutmuş, doğru Doğan'ın oraya... Beni evde bırakıyorlar tabii. Bizimkiler emmi uşakları, konu komşu birikip gidiyorlar. Ne çare oğlum, ne çare! iş işten geçmiş. Asmışlar oğlumu.
Sabah oldu, sen gel bana sor. Beni de aldılar yanlarına. Mezarlığa gittik. Yüz kişi falan var. Hocalar bağırdılar, Fikri'nin babası
geliyor diye bağırdılar. Beni kucakladılar hep. Yavrum asılmadan önce, hocalar anlattı, üç sefer bağırmış:
Kahrolsun komünistler, kahrolsun komünistler, kahrolsun komünistler diye.
Sonra da bu düzene vermiş veriştirmiş. Oğlumu bir anlatıyorlar, bir anlatıyorlar, bitiremiyorlardı güzelliklerini. Şöyle, asılmazdan
önce, bakmışlar ki, alnında nur var, vallahi nur varmış alnında.
Oradakilerin hepsi hayıflanıyorlar, böyle bir yiğidi nasıl olur da asarlar diye. Efendime söyleyeyim, kefen şöyle böyle sarın falan diyenler olmuş. Eh işte. On onbeş hoca elime ayağıma düştüler. Sen Fikri'nin babasısın sen Fikri'nin babasısın diye etrafımda fır döndüler. Sen ne mutlu bir babasın,sen şehit babasısın diye eteğime yapıştılar.Yavrumun kabrine götürdüler. Bayrama ya bi
gün var ya iki gün. Duvara nasıl vurmuşsam vurmuşum haberim yok. Burnum kırılmış, her tarafım kan olmuş tabii. Oradan beni alıp götürmüşler.
Oğlum, idam edilmezden önce nişanlı bacısına mektup yazıyor. Mektubu onlar götürdü. "Bacım" diyor, "Sen sen ol, başını falan açma. Namazını kıl, orucunu tut." Nasihat ediyor. Sonra, ilhan kardeşine bir şeyler yazıyor. Diyor ki, "Babamın sözünden çıkma. Aman ha aman, namazında ol, orucunda ol, İslâm yolundan ayrılma. Aynen böyle diyor. Bize ayrıca yazmadı. Yazıp yazmadığı
o mektupçuk işte. Ben nasıl yaşayım oğlum. Halime bakın halime.
Hocalar çok şey anlattılar, idam edilen yere gelmişler.
Benim Fikri'min eli kolu bağlıymış zincirlen. Elimi kolumu açın diye bağırmış. Namazımı kılacağım, demiş. Zincirini çözmüşler, oğlum, önce abdest almış, Kur'an okumuş, iki rekat namaz kılmış... Sonra işte Allah demiş, hep, Allah'ı anmış her soluğunda. Avukatı vardı. O gitmemiş. Dayanamam ben demiş gitmemiş işte.
İdam edilmeden önce ziyaretine gittimdi. Yanımda kızım vardı.
Ağlıyorum habire, kendimde değilim. Canım da yanıyor, kolay mı?
Bana kızdı: "Allah için ölmek güzel baba, dedi, metin ol, dedi. Teselli verdi yavrum bana.
Bacısına da öğüt verdi.
Müslüman Türk kızı gibi ol, dedi, İslâmı öğren, yaşa dedi durmadan.
Ölümden hiç korkmuyordu yavrum... Korkmadan da gitti.
Ağlıyordu Ümmet Amca. Onu acısıyla baş başa bırakmak içime sinmedi. Onu yoksulluğu ile yerin dibinde inlemelerle terk etmek hoş değildi. Ne var ki, ben de Fikri gibi biriydim. Tek farkım, o kurtulmuştu, ben ise hâlâ imtihan içeri imtihandaydım. Ayrıldım Ümmet amcadan.
Ağlıyordu o...
Diyordu hücre arkadaşım. Yani, 'ha hücredeyiz, ha sarayda.'
Volta atarken bir taraftan söyleniyor, üç adımda yol biterken, geri dönüp bir üç adım daha atıyor ancak duvar yine yolunu kesiyordu. Ben ranzamda uzanmış onun şiir gibi estetik olan yürüyüşünü seyrederken bir taraftan da, böyle lânetlik hücreyi, ihtişamlı bir sarayla mukayese edecek kadar güçlü olan bu müthiş iradeyi hayranlıkla izliyordum. Bu arkadaşım, Ülkücü camia içinde idama en yakın olanıydı. Beş idam cezası Yargıtay’da onay beklerken, bir çok mahkeme de son aşamadaydı. MHP davası, Adana olaylarının 151 numaralı sanığı olarak Mamak Cezaevi’ne getirilmişti.
O Yunus Uzun'du... O bir destandı... Kartalları kıskandıran keskin gözleri hangi örgütçünün üzerinde çakılsa, o militan bir daha güneşin doğacağına olan inancını yitirirdi. Hayatı sevenler, Yunus gözlerine bakmasın diye başlarını eğip geçerlerdi.
O gün biraz sıkıntılıydık. Fikri Arıkan isimli arkadaşımız mahkemeye gitmişti ve onu sabırsızlıkla bekliyorduk. Zaman ise sanki durmuş, bize sabır eğitimi yaptırıyordu. Bu arkadaşımız daha önce iki kez idam cezası almış, Yargıtay ikisinde de cezayı esastan bozmuştu. Evet bu son mahkemeydi ve onaylanan idam cezaları üç günde infaz ediliyordu. 4 numaralı hücrede kalan Fikri Arıkan'ı sabah sekizde mahkemeye götürmüşler ve saat neredeyse 15.30 civarıydı hâlâ ortalıkta yok-tu. Bir müddet sonra askerlerin ayak seslerinden Fikri'nin geldiğini anladık. Hücrelerimizin kapısı demir mazgallardan oluştuğu için dışarıyı rahatlıkla görebiliyorduk.
İlk hücre olduğumuzdan Fikri bizim önümüzden geçecekti. Nihayet geldi ve tebessüm ederek bizi selâmladı. Onu böyle neşeli görünce büyük bir ümide kapıldık ve Yunus'la sevinç içerisinde birbirimize sarıldık. Hücreler arası konuşmak yasaktı aksi takdirde ağır cezaî müeyyideler vardı. Ama biz bir yolunu bulmuş ve her türlü haberleşmeyi herkesin önünde rahatlıkla yapar olmuştuk. Nazarî eğitim adı altında mecburî bir ders vardı ve bizlerden bir kişi hücrenin kapısına gelerek Nutuk kitabını okurken, bu arada metindeki sözleri değiştirerek, istediğini anlatabiliyordu. Başımızdaki nöbetçiler de ki-tabın metni zannederek bizimle beraber huşu içerisinde dinlerlerdi.
Nutuk, muhteva olarak bizim mevzularımıza çok uygundu ve mahkemeleri böylece tartışabiliyorduk. Nutuk'ta da mah-keme, iaşe ve tartışmalarla dolu metinler mevcuttu. Fikri, okumaya başladı. Sesi çok net ve vakurdu. Rahat ve huzur bulmuş bir sesle mahkemenin zaferle sonuçlandığını müjdeliyordu. Bizler âdeta nefes bile almadan onu dinlerken, biran önce sonuca gelmesini bekliyorduk.
-Ve Eyüp kurtuldu, dedi Fikri Arıkan. Eyüp Özmen, aynı davadan daha önce idam cezası almış ve idam bekleyen bir arkadaşımızdı. Sehpaya hazırlanırken beraat etmişti. Bunu bir zafer olarak bizlere müjdeliyordu Fikri. Ya kendisi? O’nun için ne karar çıkmıştı acaba?
-Senin için ne karar çıktı?.. diye bağırarak sordum ben. Sabrım kalmamıştı artık. Askerler benim bu kuralsız çıkışımı duymamazlıktan geldiler ki; bu davranışları kararın vahametini göstermeye yetiyordu.
-Benimki idam... diye devam etti Fikri.
Yıkılmıştık. Ama o ayaktaydı ve berrak bir ses tonuyla bizleri teselli etmeye çalışıyordu. Sesi dik ve metindi...
Aman Rabbim! Fikri, arkadaşının beraat ettiğini söylüyor ve bunu bir zafer olarak bizlere müjdelerken, kendisinin aldığı idam cezasını sıradan bir kararmış gibi, sanki bir düğün davetiyesiymiş gibi bizlere anlatıyordu. Biz çökmüştük. 5 numaralı hücreden bir feryat yükseldi. Bu isyan eden sesin sahibi üç komünist liderle beraber kalan Şahin Göksel Arduç isimli genç bir arkadaşımızdı. Sekiz hücreden oluşan, tecrit bölümünde başkaca çıt çıkmıyordu.
Üç gün sonra bir şafak vakti kurulacak idam sehpası, cellat, yağlı urgan, yüze karşı okunacak olan ferman, beyaz gömlek bir anda buralara hâkim olmuştu. Sanki kafatasım büyümüş ben de içindeydim. Kendi kafamın içinde. Bu nasıl bir hâldi bu nasıl bir duygu!.. Çok ölüm görmüştüm ama bu başka bir vaziyet, bambaşka bir hâl. Daha önce İstanbul’da bu duyguları yaşamış, asılarak idam edilen İsmet Şahin olayında bizler de yanmış, bizler de ölmüştük. Bir kere daha, dedim kendi kendime, insan bir kere ölür ama, biz bin kere. Fikri Arıkan sakin ve tereddütten uzak mistik bir ses tonuyla konuşmaya devam ediyordu:
-Bu gece çok rahat uyurum artık...
Fikri'nin rahat uykudan söz etmesini anlamaya çalışıyordum. O ise konuşmaya devam ediyordu:
-Şimdi dünyanın en rahat insanı benim. Yüce yaratıcının rızası yolunda, ölümümü her türlü tehlikeye karşı keskin bir silah olarak kuşandım. Demek ki, kendi ölümüm benim en etkili silahım olacakmış. Büyük, güçlü bir silah olan insanın kendi ölümü. 'Ve ben şimdi ya şamımın en güzel, en tatlı, en dinlendirici uykusunu uyuyabilirim.'
-Adalet terazisini, oduncu kantarına çevirdiler, diyordu, hücre arkadaşım Yunus. Evet, oduncu kantarı daha hassastı bunların terazisinden, nasıl olsa üç aşağı beş yukarı fark etmiyordu.
Birkaç gün sonra güneş, Fikri'siz doğacaktı. Takvimler ve zaman bir kere daha durmuştu.
O'nu şafakta astılar...
Ülkücü hareketin altın halkalarından olan ele avuca sığmaz acar Adana çocuğu, A-blok 1 Numaralı hücredeki can yoldaşım Yunus Uzun ise idam beklerken, kader onu başka bir yerde yakalayacak ve bu arkadaşım da Aydın Cezaevi’nde şehit düşecekti.

Mamak Askeri Cezaevi dehşet günlerini yaşıyordu...
..........Ali Bülent Orkan gezerdi bu hücrede daha önceleri. On onbeş günlük sakalı ile havalı havalı yürürdü bu havasız mekânda. Her sabah yarım saatlik bahçe vaktinde bir olurdu bakışlarımız. Mamak Askerî Cezaevi dehşet günlerini yaşarken, komünist örgütlerin kılını bile kıpırdatamadığı o şiddet ortamında, teşkilâtımız mensupları ferdî çıkışlarıyla destanlara konu olacak kutlu bir direniş gösteriyorlardı. Bunun en estetik örneğini Ali Bülent Orkan sergilemişti.
Şer örgütlerinin azılı tetikçileri idarenin baskısına boyun bükmüş yedek gardiyanlık yaparken, Ali Bülent Orkan gibi kardeşlerimiz direnişin sembolü olmuştu. Rütbesiz erlere 'komutanım' diye hitap etmek mecbur ve aksi durum, ağır cezaî müeyyidelere gerekçeydi. Fakat, kardeşim Ali Bülent;
-Hey asker ağa bir baksana, diye kapıdaki yüzbaşıya seslenerek, mitolojik bir çıkış yapıyor ve günlük sakal tıraşının mecbur olduğu o işkence günlerinde bir haftalık sakalı ile, üç adım hücre voltası atarak, 'Kartal kanat' yürüyordu. O sanki idam mahkûmu değil de, ilâhî bir celsenin karizmatik hâkimi gibiydi. Ali Bülent Orkan, 13 Ağustos 1982 Cuma günü sabaha karşı Ankara Ulucanlar Cezaevi'nde asılarak şehit edildi. Mübarek bedeni Ankara Karşıyaka Asri Mezarlığı'na defnedildi.
Ruhu şad makamı cennet ...
SENİ VE HAKKINDA KARAR VERENLERİ UNUTMADIK !..
13 Ağustos 1982, Ali Bülent Orkan'ı sabah ezanıyla Mamak zindanlarından sehpaya yolcu ettiğimiz, yiğit gönüldaşımızın şehadet şerbetini içtiği unutulmayan bir gündür. Allah yolunda, sehpada can veren bu yiğit gardaşımız, bu yolda ne ilk ne de sonuncudur. Bu kervana katılmak için ben de gönül diliyle her zaman Mevla'ya yalvarıyorum. "Yarabbi, bana da Ali Bülent Orkan’ınki gibi şerefli bir ölüm nasip eyle..."
12 Eylül öncesinde zalimlerin, mürtedlerin, münafıkların, ateistlerin, komünistlerin günümüz Ebu Cehil’lerinin, Ebu Leheb’lerinin karşısında, sanki bir Hz. Hamza, bir Hz. Ömer gibiydin. Onların korkulu rüyalarıydın. Kim ne derse desin, kim ne söylerse söylesin. Eksikliğinle, fazlanla, eğrinle, doğrunla, Türk-İslam'a hizmetin ve o yolda sehpalarda can verişin seni bizlere unutturmuyor. Gönüllerimizde yaşıyorsun. Seninle gurur duyuyor, seninle övünüyoruz. Gönlümüzü serinleten, bizi hayata bağlayan bir pınar gibisin. Tarihteki şehit düşen bütün önemli şahsiyetler gibi adını altın harflerle yazırdın.
Dün omuz omuza idik. Aç, açık kaldık, susuz, uykusuz kaldık, işkencelerde "Allah, Allah" diye beraber inledik. Sen sehpada yağlı ilmikle yeni bir hayat bulurken, biz ölmeden diri diri zindanlara konduk. Gerçekte ise, ne sen, ne de bizler ölmedik. Bizi öldürdüklerini sananlar yanıldıklarını yavaş yavaş anlıyorlar ve daha da iyi anlayacaklar... Gerekirse kafalarına vura vura anlatacağız. Bizim inançlarımızı ve fikirlerimizi değil elbiselerimizi astıklarını gördüler.
12 Eylül'den sonraki, engizisyon mahkemelerindeki gibi zulmü şiar edinmiş, gırtlağına kadar içki dolu marksist zihniyetli yargıçları, seni idama mahkum edenleri, ettirenleri, kararına imza koyanları unutmadık. Olağanüstü yetkilerle donatılan bu mahkemeleri "idam kararları çıkarmadan, inkilabımızın haklılığını ispatlayamayız" diyerek mahkemelere idam kararı verdiren, idam kararlarını onaylayıp infazını sağlayan, idam anında koltuğunda pürosunu tüttürürken, viskisini yudumlayarak oturan, şerefsizleri unutmadık. Allah onların nefesini bir gün bizim elimizle keser inşaallah.
Ya peki, 12 Eylül sonrasında bizlere insanlık dışı işkenceler yapan, C-5 odalarında attıkları kahkahalarla "Burada Allah yok, Peygamber izinde" diyerek kudurmuş itler gibi üzerimize saldırarak salyalarını akıtan katliam figüranlarını nasıl unuturuz!!!
Biz biliyoruz; seni, hangi kahpe döllerinin niye cezalandırdığını. Bütün aleme de ilan ediyoruz ve şunu söylüyoruz “Bilesiniz ki, birgün sıra bize de gelecek, bütün kinimizle ve sabırsızlıkla öcümüzü alacağımız o günü bekliyoruz.”.
İdamından önce yattığı Mamak zindanlarında; hakkımızda, rehabilitasyon fikirleri üreten, bu fikirleriyle seni idam ettiren, bizleri yıllarca zindanlarda tutturan şizofrenler, megaloman cüceler, paranoyak Amerikan uşakları, Hristiyan medeniyetinin Türkiye’deki aşağılık temsilcileri, akademik ünvanlılar, Türkiye’li Salman Rüşdiler, Ankara'nın göbeğinde en konforlu binalarda, viski kadehlerini tokuştururken cezaevlerindeki Ülkücülerin tedavisini konuşan hokkabazları unuttuysak yazıklar olsun bizlere...
Küffar seni suçlu bulup idam etti. Ama unutmasınlar biz onları Allah'ın adaletiyle yargılayacağız. Eğer seni adaletle yargılasalardı mağdur ve mazlum olduğunu değil ceza vermek madalyalar verilmesi gereken biri olduğunu anlayacaklardı. Ama karıncalı beyinler bunu anlayamadı. Batılın temsilcileri seni bilmeden, belki en güzel makamla ödüllendirdiler. Şehitlik nişanesiyle şereflendirip, seni sevdiklerine, Resulullah'ın yanına gönderdiler. İnançlı olsalardı böyle olduğunu bilir ve seni ida m etmezlerdi... Bugün çok pişmanlar, ahlayıp vahlıyorlar. Biz niye böyle yaptık, nasıl yanıldık diye dövünüyorlar!...
Yiğidim! Güneşi balçıkla sıvayabilirler mi? Bunu yapmaya kalkıştılar! Hiç, İslam'a gönül vermiş onun askeri, onun hizmetkarını unutturabilirler mi? Hayır ellerindeki balçığı kendi yüzlerine bulaştırdılar. Allah bize onları daha kötü hallerde de, görmeyi nasip etsin.
Sevgili, nur yüzlü Ali Bülent; seni dualarımızla yad ediyoruz. Senin için, seninle, acı ve çile çeken aileni selamlıyor, hürmet ve sevgilerimizi bildiriyoruz. Her birimizi bir Ali Bülent Orkan olarak bilmelerini istiyoruz.
AHMET KERSE
Şehit AHMET KERSE, Gaziantep'in Oğuzeli ilçesine bağlı Hacar (Yeşildere) köyündendi. Gaziantep Eğitim Enstitüsü’nde okuyordu. 1980 yılı Şubat ayında, polisler tarafından Kilis’te yakalanarak gözaltına alınıp bir ay süreyle işkence yapıldı. Çıkarıldığı 12 Eylül mahkemelerinde, bütün şahitlerin, aleyhine ifade vermedikleri için tutuklandıkları bir yargılamadan sonra, 8 Temmuz 1981 tarihinde idam cezasına mahkum edildi. 25 yaşındayken, tutuklu bulunduğu Gaziantep Cezaevi’nin infaz bahçesinde 31.01.1983 tarihinde sabaha karşı asılarak şehit edildi.
Ruhu şad olsun...
YUSUFİYELİLER ANLATIYOR
Yıl 1980, mekan Adana Cezaevi…Adanalı Ülküdaşlarımızın düzenlediği bir firar teşebbüsünün olduğu bir ortam. Şu an Malatya Cezaevi’nde çile çekmekte olan Muhsin Kehya ve Mustafa Gülnar Ülküdaşlarımız görüş yerindeki tel ızgaraları kesmişler. Karşı tarafa, yani ziyaretçilerin durduğu tarafa geçebilirlerse zindanlardan kurtulup dışarıdaki mücadelede tekrar yerlerini alacaklar. Bu hazırlıklar olurken , tam o sırada ziyaretçi kabinlerini kontrol eden gardiyanlar durumu farkederler ama bu defa da diğer Adanalı Ülküdaşlarımız bu gardiyanları enterne ettiler. Orada, daha o gün Gaziantep Cezaevi’nden Adana Cezaevi’ne nakledilmiş olan Ahmet Kerse de diğer 11 arkadaşımız gibi tel örgüleri ve demirleri kesilen kabinlerden geçerek ziyaretçilerin arasına karıştı.
Karşıda bekleyen Teleşkof lakaplı Necip ise çıkanlara rehberlik yapıyordu.En dışarıda ise araba ile gelen arkadaşlar hasretle çıkacakları bekliyordu. Ama Adana Cezaevi’nin iç cezaevi ile dış avlunun arası bayağı uzundu. Dolayısıyla ziyaretçilerin arasına karışan arkadaşların içinde rahmetlik Ahmet Kerse de vardı. Acıdır ki, bu firar girişiminde dış bahçeden de çıkıp sokaktaki arabaya ulaşan yalnızca Muhsin Kehya ile Mustafa Gülnar oldu. Diğerleri ise firar olayı anlaşıldığından dolayı -ki, bu bizim iyi niyetimizden kaynaklanan bir hatamızdı. Çünkü, enterne edilen gardiyanları bırakmıştık...- teker teker dış bahçede askerler tarafından toplanmışlardı. Adana Cezaevi’nde Maraş Olayları sanığı 42 ülküdaşımız vardı.
Bunlar hergün duruşmaya giderlerdi. İşte, bu arkadaşlar tam o saatlerde duruşmadan dönüşmüşler ve daha Kapıaltında iken de firar olayını anlayıp arkadaşlarımızın askerler tarafından toplandığını görünce de hemen orada eylem başlatıp içeri girmemiş. Hem dikkatleri bu tarafa çekmeye hem de firara teşebbüs eden arkadaşlarımız zarar görmesinler diye arkadaşlarımızı vermezseniz koğuşlara girmeyiz“ demişlerdi.
İçeride de eylam başlamıştı. İşte hem içerideki Ülkücülerin mahkumların diretmesi hem de Maraş Olayı sanıklarının direnmesi neticesi dışarı kadar çıkıp da kaçamayan, askerler tarafından teker teker yakalanan Ülküdaşlarımız işlem yapılmaksızın tekrar içeriye verildiler. Hemen sayım yapıldı ama üç kişi yoktu…Yani biz direnirken üç kişi firar etmişti. Sevinçliydik, Muhsin yoktu, Mustafa yoktu ve rahmetlik Ahmet Kerse yoktu... Ama, aradan bir saat geçti… Bir saat sonra bizim Ahmet içeri geldi…!
Aslında dış bahçede askerler, gardiyanların teşhis ettiği firarileri toplamışlar dolayısıyla Ahmet Kerse Adana’ya yeni geldiği için gardiyanlar onu tanımamışlar. Ama onu da -Askeri Cezaevi'nden geldiği için saçı kısa olduğundan dolayı- şüpheliler arasına koymuşlar. Bu arada, kaçma şansının iyice azaldığını gören Ahmet Kerse, Maraş ETKO davası sanıklarından olup beraber yattığımız ülküdaşlarımızdan Ahmet Bağcı’nın annesi ve bacısının yanına takılıp askerlere de “ben Ahmet Bağcı’nın ziyaretçiyim” demiş. Ahmet Bağcı’nın ailesi de ona “bu bizim kardeşimiz” diye sahip çıkmışlar. Ama tekrar kimlik yoklaması yapılınca her ne kadar Ahmet Bağcı’nın bacısı ve annesi valla kimliği memlekette unuttuk bu bizim askerdeki kardeşimiz diye direnmişlerse de askerler sonunda Ahmet Kerse’yi de içeri bölüme almışlar…
Bu arada onu tanımadıkları halde epey bir bekleyen, Muhsin ve Mustafa da mecburen oradan yol almışlar. Eğer o gün oradaki bu girişim takdir i ilahi tarafından firar olarak tecelli etseydi yani Ahmet Kerse kaçabilseydi… bugün belki yaşıyacaktı… ama gam değil… o yüreklerimizde yaşıyor! Onun ifadesiyle diyeyim “…ben kendimi hesaba çektim, gerisi mühim değil, yaşasın Türk Milleti…!” Allah mekanını cennet etsin, diyenlere selam ola… Onlar bizi izliyorlar, yüreğim böyle diyor.. ONLAR YANIMIZDALAR… Onların yeri belli…kevser’in tam başındalar… Allah bize de nasip eyler, inşallah.
Hasan Adil
"KENDİ AĞZINDAN..." (GAZİANTEP CEZAEVİ)
"Hakime küfrettim. Hakim put! Vicdanı adaletin görkemli sarayından, sarayın mücerret bekçisinden, görünmez koruyucularından azade.. Kişiliği silik...
Benim böylesi muğlak bir kişilikten ne alıp veremediğim var?
Baktı önündeki yazılı müeyyidelere, kırdı kalemi. Küçük dilinin dönmesi ile çıkardığı kahkahayı duydum. Onun haline güdüm. Güya sinsi gülüyor.
O kim, bilmem ne maddesi kim? Her şeyin vasıta olduğu bu dünyada, oluşlara basamaklık edenlere kızmaya hiç gerek yok.
Doğru olan, gücün ve tedbirin kar etmediği yerde durup tevekkül etmek, her daim ona sığınmaktır. Karanlığı aydınlık bilmek, mutlu olmasını öğrenmektir.
Her zaman ve mekanda Yüce Allah'a dayanmak biricik yol. Tabii yol bilene!
Allah'a iyi bir kul olmalıyım. Bütün uğraşım, çabam bu yönde olmalı. Şayet nasipse şahadet şerbeti içmek, beni bu mertebeye getiren mazimle övünmeliyim.
Şehid olmak her er kişiye nasip değil! Bil kıymetini!
Bu büyük mertebeye ulaşmak için, Allah'ın sevgilisinden, Bedir harbine katılmak için izin isteyen sahabenin çırpınışları unutulur mu?
Cennet müjdelenmiş. "Ağaçları altında ırmaklar akan" güzide köşeler...
Hakikat bu!
Geçici zevklerin süslediği ve hayal olarak hafızalarda silikleşen, anlık dürtülerin ürünü, anlık süprüntülerin ne ehemmiyeti, ne kıymeti vardır?
Mutlak mutluluğa gark olmak varken, izafi saadetin çeşnisine kapılıp, kanmak, kandırılmak ne ayıp bir şey! Çok kötü bir hali
Hayır! kanmadım, kanmayacağım.!
O gün yeniden dirilişimdir, pak ve saf halimle. O an ölmek değil, yaşamaktır.
"Allah yolunda ölenleri ölü bilmeyiniz... Onlar diridirler!
"... Onlara cennet müjdelenmiştir."
Virajı dönmek ve has bahçesinin güllerini derlemek... Derleyeceğim renk renk gülleri sonra da koklayacağım doyasıya..
Ben ilk değilim. Uzayan zincirin bir halkası olacağım. Ardım sıra bu zincirin bir halkası olabilmek için didinenler, çalışanlar çok. Heyecanlı bekleşen kalabalık var.
Allah'ın eli! Bu davanın üzerinde.
Tökezlemek, sürünmek, yakalanmak yok.
Sinemiz demir, yüreğimiz çelik, kötülükleri boğmak, iyilikleri yaşatmak İçin hep mücadele, hep mücadele... Bir an olsun bile gaflet uykusunda kalmak yok.
Gafleti sevmek, şeytanın çelmelerine kanmak ölümdür. Gerçek Ölüm!
Doğruyu insanlara duyurmak için savaşmak lazımdır...
Anam köyde. Son günler sık sık rüyama girer oldu. Ağlamaz anam hep güler. Bir şehid anası olacak, keyfi bu yüzden. Heyecanı, gönlündeki haz ılıklığı bu sebepten...
Titrer anam, elleri ile bazı kereler yüzünü örter. Ben idam sehpasına yürürken anam karalar bağlamaz. Bilir, inanır ki, oğul ölmedi, yaşıyor. Bu dünya hancıların konakladığı bir misafirhane.
Buradan göç eden bir başka alemde, ebedi yurt evinde yaşar.
Anam yeşil yemenisini hiç başından eksik etmez. Allah örtünün dediği için Örtünür. Anam ülkü sahibi yiğitleri över.
Babam da öyle.Babam süslü hayat yaşamak uğruna zillet, illete boyun eğen bel kıvıran, yılanlaşan insanları sevmez.
Kötülerin baş düşmanıdır.
İnsan Allah'a inanmadıkça, yüce ülküleri yakalamak için cehd ve gayret sarfetmedikce o adama insan denmez.
Hele halife hiç denmez. Her adam insan değil, her insan da halife değil! Bu biline!
Sabırsızım, içimde sevinç coşkusu, kulaklarımda Kur'an kıratı... Ben uçmak istiyorum, uzaklara, pak mekanlara, gül ekenlere, çiçek dikenlere uçmak...
Bükülmyeceğim, kırıl mayacağım. Bu emanet olan "ben"i yüce yaradanıma helali ile teslim edeceğim.
Ölsem bile ölmeyeceğim. Varın siz anlayın!
Ben insanlara dayanmadım ki, yıkılayım, insancıklardan medet ummadım ki, zarara ziyana gireyim.
Ezel ve ebed olan Yüce Mevla'ya gönül verdik.
Onun içindir ki, bu dava sönmez, bitmez, çapulcuların çökmesinden, kaçmasından etkilenmez...
İlay-ı kelimetullah! diyen diller lal olmaz.
Allah diye inleyen güller solmaz.
Tekbir getiren, teşbih eden güller solmaz.
Susmayacak Hakk'ın dili!"
Ahmet Kerse, (Gaziantep Cezaevi)
|
DAR AĞACINDA 2 ÜLKÜ GÜLÜ

|
Halil ESENDAĞ
|
Manisa'nın Saruhanlı kazasına bağlı Gözlet köyündendi. 21 yaşında olup evliydi. Bir takım olaylara karıştığı iddiasıyla polisler tarafından yakalandı. Tutuklandıktan kısa bir süre sonra, 12 Eylül Mahkemeleri tarafından mahkum edildi. 3 Haziran tarihinde, hakkındaki idam cezasını sabaha karşı infaz edildiğine dair Radyo ve TV.'den yayın yapılmasına rağmen, polisler tarafından cezaevinden alınıp Emniyet Müdürlüğü'ne götürüldü. Burada, "itiraf" etmesi için iki gün boyunca akıl almaz işkenceler yapıldı ve 5 Haziran günü Buca Cezaevi'ne geri getirilip, sabahın ilk saatlerinde asılarak şehit edildi.
Selçuk DURACIK
Yugoslavya göçmeni bir ailenin çocuğu olup 22 yaşındaydı. Ailece, Manisa'nın Turgutlu ilçesinde oturuyor, seyyar satıcılık yapıyordu. Daha öncede birkaç defa Ülkücülük suçundan Cezaevine girmişti. Polisler tarafından arandığını öğrenince kendiliğinden giderek emniyete teslim olmuş fakat, yargılandığı 12 Eylül adaleti dağıtan İzmir 2. Nolu Askeri Mahkemesi tarafından idam cezasına çarptırılmıştı. 3 Haziran günü, idam edildiğine dair haberler radyoda yayınlanırken İzmir Emniyet Müdürlüğü'nde işkence ile yeni ifadeleri almaya çalışılıyordu. İki gün sonra Buca Kapalı Cezaevi'nde sabaha karşı asılarak şehit edildi.
İDAM SEHPALARINDAN HAK'KA YÜRÜDÜLER...
İzmir’de Şadırvanaltı Camii’nde müezzinlik yapan Kazım Hoca, düşünce ve duygularımın örtüştüğü bir ağabeyimdi. Bir gün kendisini ziyarete gittim. Kazım Hoca müezzin odasında bulunanlarla sohbet ediyordu. Muradiye Camii imamı Abdullah Hoca da oradaymış. Kazım Hoca orada bulunanlara beni tanıştırırken, Ülkücü olduğumu, cezaevinde yattığımı söyleyince, Abdullah Hoca da Halil ile Selçuk’un infazında imam olarak bulunduğunu söyledi. Bu ne güzel bir rastlantıydı Yarabbi...
Bir müddet sonra, Abdullah Hoca bana, “Ne mutlu onlara. Allah’ın izniyle onlar şehittir... Her hareketlerine şahit oldum. Ruhlarını nasıl teslim ettiklerine şahit oldum. Tekbir getirerek, Kelime-i şahadet çekerek, ölüme yürüdüler...” dedi. Bir müddet nefeslendikten sonra, olayı başından itibaren anlatmaya başladı:
“Daha önce de din görevlisi olarak idam edilen solcu gençlerin infazında bulunmuştum. Onlar infaz sırasında
-Allah’a ve dine inanmıyoruz, deyip, telkinde bulunmamı kabul etmemişlerdi. Son arzuları sorulduğunda, kimi kahve, kimi sigara istemişti. Sehpaya giderken de slogan atmışlardı. Onlarda bizim insanlarımızdı. İnancı düşüncesi ne olursa olsun, cezayı hak etsin veya etmesin, gencecik insanların ölümünü seyretmek beni üzüyordu. Solcular, ahiret hayatına inanmıyorlardı ama inandıkları fikirler uğuruna hayatlarını feda ediyorlardı. Bu sebeple fikirlerini benimsemesem de, idealistliklerini taktir ediyordum. Onlar infaz edilirken
-Bunların yerinde imanlı bir insan olsa, acaba nasıl davranır?, diye içimden geçirmiştim...
Yine bir akşam, sivil memurlar ellerinde telsizlerle evime gelip,
-Hocam, bir nikahımız var. Nikah kıymaya gelir misin?, dediler. Otomobillerine binip, Buca Cezaevi’nin önüne gelmiştik. Her taraf asker doluydu. Cezaevinin kapısından girince, infaz yapılacağını anladım. İnfaz heyetinin bulunduğu salona götürüldüm. Savcılar, hakimler, komutanlar, doktorlar, infaz görevlileri oradaydı. Orada bulunanların bir kısmı, heyecanlı bir telaş içindeyken, bir kısmı da üzüntülüydü.
Bir müddet sonra, görevliler elleri arkadan kelepçeli olan iki genci getirdiler. Üzerilerinde ayak bileklerine kadar uzanan kolsuz beyaz bir giysi, başlarında beyaz namaz takkesi, ayaklarında beyaz çorap ve terlik vardı.
-Selamün Aleyküm, diyerek içeri girmişlerdi. O an çok şaşırmıştım. Onları sanki çok eskiden beri tanıyordum...
Orada bulunanların çoğu onlarla helallaştı. Hücrelerinde yazdıkları Vasiyet Mektuplarını İnfaz Savcılığı’na teslim ettiler. Heyet huzurunda doktor,
-Sağlık şikayetiniz var mı?, diye sorduğunda ikisi de,
-Elhamdülilah taş gibiyiz. Hiç bir şikayetimiz yok, demişti. Son arzuları sorulduğunda, ikisi de cenazelerinin ailelerine teslim edilmesini istemişti. Telkinde bulunmak için yanlarındayken bana çok saygılı davrandılar. Kendilerine,
-Kardeşlerim, her insan bu dünyada farklı bir kaderi yaşamaktadır. Dünya bir imtihan koridorudur. Ölüm, ahret hayatına açılan bir kapıdır. Ne mutlu Allah’a iman ederek bu imtihanı tamamlayanlara, dediğimde gözlerine bakmıştım. Gözleri sevinçle parlıyordu.
-Az sonra Allah’a kavuşacaksınız, dedim.
-Biliyoruz Hocam, biliyoruz; dostlarımıza söyleyin, ölümümüze üzülmesinler, demişlerdi. İkişer rekat namaz kıldılar. Ellerini kaldırıp, son dualarını yaptıkları o anı unutamıyorum... Yüzleri o kadar nurlanmıştı ki...
Az sonra görevlilerle infazın yapılacağı bahçeye çıktık. Bahçe projektörlerle aydınlatılmış, ortalık gündüz gibiydi. Sehpalar kurulmuş yağlı urgan parlıyordu. Ürpertici bir manzara vardı... Az sonra iki genç insanın dünyaları değişecekti. Bir an, kendimi onların yerine koydum... Altmışı geçmiş yaşımda, dünyadan alacağım fazla bir lezzet de kalmadığı halde, çok korkmuştum... Heyecandan elimin, ayağımın titrediğini hissediyordum. Böyle bir anda korkmadan, heyecanlanmadan normal olabilmek, kamil bir imana sahip olmayı gerektirirdi...
İnfaza önce Selçuk’tan başlandı. Selçuk’un yaftası boynuna asılmıştı. Sehpaya yürümeden göz göze gelmiştik.
-Allah’a gidiyorsun Selçuk!, demiştim. Tebessümle başını salladı... Tekbir getiriyordu. Sehpanın altındaki tabureye çıktı. Cellat, boynuna urganı geçirirken, Selçuk Cellat’a bir şeyler söyleyince Cellat, bir an durakladı. Selçuk, sürekli Kelime-i şahadet getiriyordu. Cellat, tabureye vurduğunda, Selçuk urganda asılı olarak bir sağa, bir sola sallanıp, kıbleye doğru boynu bükük bakar halde ruhunu teslim etti. Bir müddet asılı bekletildikten sonra, Savcı askerlerin de yardımıyla, Selçuk’un boynundan urganı çıkardı... Selçuk’u bir masaya yatırdılar. Gözleri bir başka aleme bakıyordu. Gözlerini kapatıp ona Yasin okudum... Daha sonra Halil’i getirdiler. Onun da boynuna yafta takılmıştı. Ona da,
-Halil, Allah’a gidiyorsun, dedim. O da, tebessümle başını sallayarak,
-Biliyorum Hocam!, diyerek karşılık verdi ve tekbir getirerek sehpaya yürüdü. Urgan boynuna geçirilirken o da, Cellat’a bir şeyler söyledi. Cellat, aynı tavrı göstermişti. Kelime-i şahadet getirirken Cellat, tabureyi ayağının altından çekti. Halil de, Selçuk gibi boynu bükük kıbleye bakar halde, ruhunu teslim etti. Halil’in de boğazından urganı Savcı çıkardıktan sonra, masaya yatırdılar. Halil’in de gözleri açıktı; sevinçle uzaklara bakıyordu… Gözlerini kapatıp, ona da Yasin okudum.
Mesleğim gereği nice ölü görmüştüm; fakat bunlar hiç ölüye benzemiyordu... Onlarda yorgun bir müminin uyku hali vardı. Selçuk ile Halil’in, Cellat’a ne söylediklerini merak ediyordum. Duvarın kenarında çömelip, önüne bakan Cellat’ın yanına gittim. Halil ile Selçuk’un, ne söylediğini sorduğumda,
-Ben böyle insanlar görmedim. Öncekiler bana küfür ediyordu; bunlar ise,
-Hakkını helal et, dediler... diyerek, içini çekiyordu…”
|

Zeynep Fırtına 75, eşi Ahmet Necmi Fırtına ise 81 yaşında. Ankara'da yaşıyorlar. Fırtına onların gerçek soyadı değil. Asıl soyadları olan Pehlivanoğlu'nu, 12 Eylül darbesinde yaşadıkları acı bir olaydan sonra aldıkları tehditler yüzünden, mahkeme kararıyla değiştirmişler.
12 Eylül, öncesinde ve sonrasında binlerce yuva yıktı, ana babaları ağlattı. Zeynep ve Ahmet Necmi Fırtına, 12 Eylül'ün faturasını ağır ödeyenlerden. Bugün lüks konutların bulunduğu, dönemin gecekondu mahallesi Balgat'ta, 10 Ağustos 1978 gecesi, teravih vakti, mahalledeki 5 kahvehane, kimliği belirsiz kişilerce tabancalarla tarandı, 5 kişi yaşamını yitirdi. Tarihe 'Balgat katliamı' olarak geçen bu olayda, sol görüşlülere ait üç kahvehanede 3, ülkücülere ait iki kahvehanede de 2 kişi yaşamını yitirdi.
Olaydan sonra operasyona başlayan polis, 3 kilometre uzakta, Ülkücülerin yoğun olarak oturduğu Karapınar Mahallesi'ne baskın düzenledi ve bir grup genci gözaltına aldı. Gözaltına alınanlar arasında, 22 yaşındaki Mustafa Pehlivanoğlu da vardı. 2 yıl kadar hapis yatan Mustafa Pehlivanoğlu ile aynı davadan yargılanan İsa Armağan, Mamak Cezaevi'nden kaçtılar. Planları yurtdışına kaçmaktı. Ancak aynı günlerde 12 Eylül darbesi yapıldı, sıkıyönetim ilan edildi. Mustafa Pehlivanoğlu ile İsa armağan, saklandıkları bağ evinde yakalanarak tekrar cezaevine kondular. 7 Ekim 1980 tarihinde idamı onaylanan Mustafa Pehlivanoğlu, 7 Ekim'i 8 Ekim'e bağlayan gece yarısından sonra, Mamak Cezaevi'nde asıldı. Ailesi idamı, 3 gün sonra cezaevine ziyarete gittiğinde öğrendi. Necmi ve Zeynep Pehlivanoğlu, oğulları yerine mezarını ziyaret etti.
MUSTAFA'YI BİR İHBAR YAKTI
Necmi ve Zeynep Fırtına, 26 yıl önce gecekondu olan Balgat Karapınar Mahallesi 375 numaradaki apartmanda oturuyorlar. Fırtına çifti ve 43 yaşındaki kızları Sevinç Sarı, 26 yıl önce ve sonrasında yaşadıkları 'darbe' acılarını anlattılar. Balgat'taki saldırı yapıldığı sırada 3 kilometre uzaklıktaki camide teravih namazı kılan oğulları Mustafa'nın, 3 yıldır arkadaşlık ettiği sözlüsü S.'nin ağabeyi A., tarafından ihbar edildiğini ileri sürdüler. Necmi Fırtına, "Oğlumu ihbar ederek kendisini kurtaran A, daha sonra bize bunu itiraf etti. Ancak öyle bir dönemdi ki ne A'nın, ne de Mustafa'nın olay sırasında teravih namazında olduğunu görenlerin tanıklıkları kabul edilmedi" diyor.
İTİRAF İÇİN İŞKENCE
Büyük oğlu Oktay'a da "Katliamı Mustafa'nın yaptığını itiraf et" diyerek işkence yapıldığını söyleyen Zeynep Fırtına, "Gözaltına alındığı gün karakola oğlumu ziyarete gittim. Yanıma, yüzü, gözü vücudunun her tarafı şişlik ve morluklarla dolu bir genç getirdiler. Tanıyamadım. İşkence acısından konuşamıyordu bile. Fanilasını giydirirken sadece, 'Anne yavaş' dediğini hala unutamıyorum" diyor.
Pehlivanoğlu'nun cezaevinde n ailesine yazdığı mektuplardan
Tavana asıp altımda ateş yaktılar
12.02.1980
Mamak Askeri Cezaevi
Bismillahirrahmanirrahim
Kıymetli kardeşim Sevinç
Bacım, hasretle gözlerinden öperim. Nasılsın, iyi misin. Ben çok iyiyim, koç gibi yatıyorum. Ne mutlu ki vatanını, milletini seven, Allah yolunda mücadele için içeri düşen ve yine de yılmayıp Allah için mücadele eden ber abiye sahipsin. Bunun için hiç bir zaman ağlamanızı istemiyorum.
Size, bugüne kadar hiç anlatmadığım bazı şeyler anlatacağım. 10 gün Emniyet Sarayı'nda kaldım. Ceyrana bağladılar, her yerimden falakaya yıktılar. Yetmiyormuş gibi bir de tavana asıp ayaklarımın altında ateş yaktılar. Böyleyken ben ağlamadım ve sabredip her şeyi Cenab-ı Allah'a bıraktım. Sizin de bir daha ağladığınızı duymayacağım tamam mı?
Bize düşmanlık yapan Allah'ından bulur. Bunu unutma. Kimin ne yaptığını çok iyi biliyorum ve onlara istediğim kötülüğü de yaptırırım ama her şeyi Allah'a bırakıyorum. Kimseye kin gütmeyin.
Balgat katliamının silahları Dev Sol'un hücre evinden çıktı
Necmi Fırtına, dava devam ederken Balgat katliamında kullanılan silahların, Dev Sol'un hücreevi olarak kullandığı Gölbaşı'ndaki bir mağaradan çıktığını ancak bunun da Mustafa'yı kurtarmaya yetmediğini söylüyor. Zeynep Fırtına, "Savcılık kararı ile mezarı açtılar. Limon kabuğu nasıl sararmışsa yavrumun kefeni öyle sararmıştı. Ne kefeni, ne vücudu, ne teni hiçbir şekilde bozulmamıştı. Oradaki herkes şahit, mis gibi bir koku yayıldı etrafa. Oradakiler, 'Biz bugüne kadar böyle bir mevta görmedik' dediler" diye konuşuyor.
Necmi Fırtına, 12 Eylül döneminin yeniden sorgulanması gerektiğini söyleyerek, "O gençleri kırdıranlar, her yerin kan gölüne dönmesine seyirci kalanlar, 'İhtilalin olgunlaşmasını bekledik' diyenler, bir gün sonra silahları nasıl susturdular. Açıklasınlar. Gerçek suçlular, bir günde tüm silahları susturma gücüne sahip oldukları halde onca gencin kanının dökülmesini bekleyenlerdir" diyor. Necmi Fırtına'nın bir de isteği var: "Bugüne kadar gaze tecilere hep, 12 Eylül darbecilerini ve Kenan Evren'i sevmediğimi söyledim. Hiç biri yazmadı. Sizden bunu yazmanızı istiyorum. Bütün insanlar Kenan Evren'i sevmek zorunda değil ki."
İki temyiz hakkımız daha vardı
Anne Zeynep Fırtına, idam kararını üç kez temyiz etme hakları bulunduğunu ancak sadece bir temyiz haklarını kullanabildiklerini anlatıyor. İdam kararının ardından, ağabeyi Mustafa'nın, İsa Armağan'la birlikte Mamak Cezaevi'nden kaçtığını, yurtdışına kaçmak isterken 20 gün sonra bir bağ evinde yakalandıklarını anlatan kız kardeşi Sevinç Sarı ise "Bu arada 12 Eylül darbesi olmuştu. Mahkeme ikinci ve üçüncü temyiz başvurumuzu beklemeden, 7 Ekim günü idamı onaylamış. Bunu bize haber vermediler. Solculardan Necdet Adalı ile abim Mustafa'yı aynı gece idam etmişler" diyor.

YUSUF İMAMOĞLU DA ŞEHİT DÜŞTÜ
Bulgaristan göçmeni bir ailenin çocuğuydu. Ailece Bursanın İnegöl ilçesinde oturuyor, İstanbul Edebiyat Fakültesi Coğrafya bölümü son sınıfta okuyordu.
Fakülteye sokulmayan Ülkücü Yüksek Öğretmen Okulu öğrencilerinin karnelerini imzalatmak üzere okuluna gittiğinde, Vural Yıldırımoğlu, Yusuf Kayabaşı, Ali Menekşe, Feridun Şakar ve Vahram Apik isimli komünist anarşistlerin öncülüğünü yaptığı silahlı grubun yaylım ateşine maruz kalarak ağır yaralandı.
Okulun dışında gruplar halinde toplanan komünist militanlar, ambulansı içeri sokmadıkları için hastahaneye zamanında götürülemeyerek kan kaybından şehit düştü.
Cenazesi, Bursa Emirsultan Mezarlığına defnedildi.
Şehit olduğu zaman cebinden 35 kuruş para çıkmış ve otopsi sırasında da üç gündür hiç bir şey yememiş olduğu tesbit edilmiştir.
"Yusuf İmamoğlu Türk İslam davasının ne ilk, ne de son şehididir. Aziz şehidimiz Yusuf İmamoğlu'nun ve diğer şehitlerimizin hesabı bir gün sorulacaktır." Başbuğ Türkeş (8 haziran 1970 Marmara Öğrenci Lokali)
|
ERTUĞRUL DURSUN ÖNKUZU
1940'ların ardından başlayan marksist-komünist hareketler yurdumuzun hemen her yerinde ülkemizi, birliğimizi tehdit eder noktaya gelmişti. Üniversite kampüslerinden, siyaset elitine kadar her mevki ve basamakta karşılaştığımız bu bölücü hareketler, Milliyetçi-Ülkücü hareket tarafından engellenmeye çalışılıyordu. Artık, üniversiteler hatta liseler eğitim-öğretim kurumu olmaktan çıkmış, huzur ortamı komünistler tarafından bozulmuş, milli ve manevi değerlerimize hakaret “devrimcilik”, ilericilik olarak addedilmiş ve hem devletimiz hem de milletimiz “moskofun” kanlı çizmelerine feda edilmeye kalkışılmıştı. Bu soysuzluğun karşısında Ülkücü Hareket tavrını koymuştur. Ülkemiz, varlığını, birliğini, milli ve manevi köklerini muhafaza etmiştir. Ülkücü Hareketin gayreti ve Yüce Yaradan'ın izniyle Türkiye Cumhuriyetinin bölünmez bütünlüğü bir kez daha dosta düşmana gösterilmiş oldu.
Ve bu uğurda binlerce şehidimiz... binlerce gazimiz... demir parmaklıklara elmas olmuş gözyaşları... cami avlularında, okul bahçelerinde dökülen kanımız...
Ve E. Dursun ÖNKUZU...
23 Kasım tarihi Ertuğrul Dursun Önkuzu'nun şehit edilişinin yıl dönümüdür.
Ertuğrul Dursun Önkuzu Ülkücü Hareketin "ilk" şehitlerindendir.
4 Ocak 1968 tarihinde Ruhi Kılıçkıran ile "ilk şehit"ini veren Ülkücü Hareket, 21 Mart 1970 tarihindeSüleyman Özmen ile ikinci şehidini vermiştir. Aradan bir kaç ay geçmeden 8 Haziran 1970 tarihinde Yusuf İmamoğlu ile üçüncü şehidini veren Ülkücü Hareket, 23 Kasım 1970 tarihinde Ertuğrul Dursun Önkuzu ile dördüncü şehidini vermiştir...
Şehidimiz Ertuğrul Dursun Önkuzu 1948 yılında Tokat ilinin Zile kazasında doğmuştur. Ailesinin en büyük ve tek erkek evladıdır...
"Kuzu İmamlar" ailesinden gelen Ertuğrul Dursun Önkuzu mütavezi bir aileden gelir... Babası "Hacı Abdullah Efendi" sobacılıkla uğraşan el iman sahibi bir insandır. Annesi "Yeter Önkuzu" okur yazarlığı olmamasına rağmen ileri görüşlü, kendisini dini ve milli konularda yetiştirmiş bir hanımefendidir. Dedesi "Kadir Efendi" birinci dünya harbine katılmıştır.
Babası Kadir Efendi ve annesi Yeter Hanım
İlk öğrenimini Zile'de Sakarya İlkokul'unda, orta öğrenimini ise Zile Ortaokulu'nda tamamlamıştır. Daha sonra Zile Sanat Enstitüsü Tesviye Bölümü'nü bitirmiş ve aynı zamanda Kuran Kursu'na devam ederek, Zile müftüsü hoca "Arif Efendi"den milli terbiye almıştır.
Ortaokul yılları
Ertuğrul Dursun Önkuzu, sanat okulunda iken aynı zamanda arkadaşları ile Zile Ülkü Ocağı'nı açmış ve Ocakta seminerler vermiştir.
Zile Sanat Enstitüsü Tesviye Bölümü'nü bitirdikten sonra 1967 yılında İstanbul Yıldız Teknik Üniversitesi Makine bölümünü kazanmıış ancak kaydını yaptırdıktan sonra komünistlerin tehditleri sonucu ancak bir ay okuluna devam edebilmiştir.
Bir süre sonra Ankara Teknik Öğretmen Okulu'na geçen Ertuğrul Önkuzu aynı zamanda bu okulda yatılı olarak kalmıştır.
Ertuğrul Dursun Önkuzu, okulun tatil dönemlerinde öğrencilerin derslerine yardımcı olmuş, ücretsiz kurs vermiştir.

Üniversite yılları (sağda)
Ve sene 1970...
Ertuğrul Dursun Önkuzu 3. sınıftadır...
Öğrenci olaylarının iyice çoğaldığı bu yılda, Ertuğrul Dursun Önkuzu işgal altında bulunan okulda komünistler tarafından kaçırılıp işkenceye mağruz kalıp, okulun üçüncü katından atılarak şehit edilmiştir.
Ertuğrul Dursun Önkuzu'nun şehit edilişi Ülkücü ve Milliyetçi kamuoyunda büyük üzüntüye yol açmıştır, şiddetli tepkilerle karşılanmıştır. Ülkenin çeşitli yerlerinde Ülkü Ocakları Birliği'nin öncülüğünde kitlesel gösteriler yapılmış, komünistler ve onlara göz yuman, mason A.P. (Adalet Partisi) iktidarı ve onun başı Süleyman Demirel de protesto edilmiştir.

Dursun Önkuzu ülküdaşlarının omuzlarından Ankara'dan memleketi Zile'ye uğurlanıyor
Ertuğrul Dursun Önkuzu'nun cenaze törenine katılmak için Anadolu'nun her tarafından gelen binlerce ülkücü Ankara sokaklarını doldurmuşlardır. Ülkücü gençler Maltepe camiinde kılınan cenaze namazından sonra Önkuzunun naaşını tekbir sesleriyle Site Öğrenci Yurdu'na getirerek burada bir merasim yaptıktan sonra memleketi olan Tokat Zile'ye göndermek istemişler ancak dönemin başbakanı Süleyman Demirel ve A.P. iktidarı , Ertuğrul Dursun Önkuzu'nun cenazesini Tokat'ın Zile kazına gönderme de zorluk çıkarmış, bunun üzerinde dönemin Ülkü Ocakları Basın Sözcüsü Bahri Zorlu basın açıklaması yaparak şu açıklamayı yapmıştır: "Mason kapitalis işbirliği Milliyetçileri sindirmek ve yoketmek için gayret sarfetmektedir ama başaramayacaklar. Ülkücüleri engellemek isteyenler önce gitsinler SBF, ODTÜ, HACETTEPE, HUKUK gibi komünistlerin hakim olduğu terörist yuvalarını halletsinler."


Memleketi Zile'de son yolculuğuna uğurlanırken
Bundan bir gün sonra Zile'li ve Tokat'ın civar il ve ilçelerinden gelen Ülkücüler, 25 Kasım günü cenazeyi Zile girişinde güvenlik güçlerinin elinden alıp; 26 Kasım 1970 tarihinde muhteşem bir uğurlama düzenleyerek, ülkücülerin sağ duyulu ve vatandaşların gözyaşları arasında tekbir sesleriyle toprağa vermişlerdir...
Ertuğrul Dursun Önkuzu'yu rahmetle anıyoruz...
|
|

Öz menem! ...
Öz menem! ...
Onlar kabuk...öz menem! ..
Sen yelde savrulan kül..
Yüreklerde köz menem! ..
Ülkü uğruna şehid
Men Süleyman Özmen' em! ..
Ankara Üniversitesi Ziraat Fakültesi öğrencisi Süleyman Özmen 22 yaşındaydı...Ülkücülük mücadelesine lise yıllarında katılmıştı...
Yüksek Öğretmen Okulunda komünist militanlar tarafından şehit edilmiştir...
Ankara Üniversitesi Ziraat Fakültesi öğrencisi Süleyman Özmen , Yüksek Öğretmen Okulunda komünist militanlar tarafından sıkıştırılarak, 72 saat mahsur bırakılan ülkücü arkadaşlarına yardım edebilmek için ülküdaşlarıyla birlikte Yüksek Öğretmen Okulu'na gelir. Mahsur kalan arakdaşlarına ekmek götürmek ister. Sabaha karşı meydana gelen büyük çatışmada kızıl silahlar kan kusar. Kurşunlar Süleyman Özmen'e isabet edecek, kaldırıldığı Numune Hastanesinde beş gün süren yaşam mücadelesinde, omuriliğine saplanan kurşunun yaptığı hasar neticesinde şehadet mertebesine ulaşacaktır..
SON YOLCULUĞU
Ankara'da yapılan cenaze törenine genç şehide yakışır bir asalet ve sadelik içerisinde cereyan etti. Ne"mızıka", ne de "top arabası" vardı. Ama taputunu omuzlayan, peşinde hıçkırığını yüreğine hapsetmiş yürüyen nice inanmış dava adamları mevcuttu. Bunlar bıyıkları yeni terlemiş genç fidanlardı, Süleymanlardı...
Bir kilometreyi geçen bir kortej halinde Hacı Bayram Camiine giden halk orada cenaze namazını kılmıştır. Aziz şehidimizin tabutu namazdan sonra bir otobüs komandonun refaketinde İstanbul'a gönderişmiştir.

Şehit Süleyman Özmen'in İstanbul'daki cenaze töreni...."Bir ölür, bin diriliriz."
25 Mart Salı akşamı 23:30 da İstanbul'a getirilen Süleyman Özmen'in tabutu T.M.T.F.unda hazırlanan yere konmuş, sabaha kadar komandolar başında nöbet tutmuşlar ve Yüksek İslam Enstitüler tarafından Kur'an-ı Kerim okunmuştur.
İstanbul Ülkü Ocakları Birliği tarafından bastırılan elli bin adet bildiri bütün İstanbul'da dağıtılmıştır. İstanbul Ülkü Ocakları Birliği tarafından düzenlenen cenaze merasimi saat 11:00 de tabutun T.M.T.F.'undan resmi üniformalı komandolar tarafından alınması ile başladı. Ellerinde (Bir ölür bin driliriz, Bozkurt Süleyman ölmezdi, Süleymanı Çin Köpekleri öldürdü, Süleymanı Moskof itleri öldürdü.) yazılı dövizler bulunan binlerce genç tabutu önce M.T.T.B. önüne getirmiş, aha sonra Nuruosmaniye'deki İstanbul Ülkü Ocakları Birliği binası önüne gelinmiştir. Konvoy Süleyman Özmen'in Sultanahmet'teki mahallesine gittikten sonra da Beyazıt Camiine gelinmiş hep beraber öğle namazını ve cenaze namazını kılan onbinleri aşan muazzam cemaat tekbir ve ilahi sesleriyle Eyüb'e tabutu götürmüşlerdir. Aziz şehidimiz Süleyman Özmen gözyaşları ve dualar arasında Eyüp Mezarlığı'ndaki ebedi istirahatgahına defnedilmiştir.
MEVLİDLER
Samsun ve Sakarya'da Genç Ülkücüler Teşkilatları, İstabul'da İstanbul Ülkü Ocakları Birliği ve İstanbul Yüksek İslam Enstitüsü Talebe Cemiyeti, müştereken aziz şehidimiz Süleyman Özmen'in ruhuna ithafen mevlidler okunmuştur.
YAYINLANAN BİLDİRİLER
ANKARA ÜLKÜ OCAKLARI BİRLİĞİ
Senin varlık davanın savaşçısı, öz evladın SÜLEYMAN ÖZMEN millet uğruna Allah yolunda şehit oldu.
SÜLEYMAN'ı Moskof uşak ları vurdu,
SÜLEYMAN'ı Çin köpekleri vurdu,
SÜLEYMAN'ı Komünist itler vurdu,
SÜLEYMAN'ı Satılmış hainler vurdu,
SÜLEYMANI KİRALİK KATİLLER VURDU.
SÜLEYMAN şimdi bir bayraktır. SÜLEYMAN ölmedi. Türklüğün yaşaması için yaptığı kutsal savaş, daha hızlı, daha kuvvetli ve daha büyük devam edecek. SÜLEYMAN şimdi bir ruhtur. Türklük yolcularının kılavuzu, kahramanımız SÜLEYMAN ölmedi. SÜLEYMAN Türklük demek. Türklük ölür mü?
Ey tarihin büyük milleti,
Senin yaşaman için ölmeye hazır evlatların ölmeye hazır sıra dağlar gibi nöbet bekliyor. Uğrunda ölecek evladı olmayan milletin yaşamaya hakkı yoktur. Senin kara sevdalıların Türk-İslam medeniyetinin yolcuları öz evladların ölürse şehit, kalırsa gaziyiz dedi ve senin yaşaman için savaşa and içtiler.
YA HEP BİRLİKTE YOK OLACAĞIZ YAHUT TÜRKLÜK KIYAMETE KADAR YAŞAYACAK ASİL MİLLETİM.
ERGENEKON ASLANI SÜLEYMAN ÖLMEDİ. AKINCI SÜLEYMAN ÖLMEDİ. BOZKURT SÜLEYMAN ÖLMEDİ. KOMANDO SÜLEYMAN ÖLMEDİ. YİĞİT YÜREKLİ SÜLEYMAN ÖLMEDİ.
EY OLUP BİTENLERDEN HABERSİZ GENÇ! DÜŞÜN! SÜLEYMAN NEYİN SAVAŞÇISIYDI, SEN NEDEN BİR SÜLEYMAN DEĞİLSİN. EY KANDIRILMIŞ GENÇ SEN TÜRK DEĞİL MİSİN? SOYU BOZUKLARIN SAFINDA İŞİN NE? SENİ BİR ERMENİ NASIL YÖNETİR? SENİ BİR BARZANİCİ NASIL KULLANIR?
SEN TÜRK DEĞİL MİSİN? SEN NASIL RUS'UN ÇİN'İN OYUNCAĞI OLURSUN? SÜLEYMAN KİMİN İÇİN ÖLDÜ? SEN TÜRK DEĞİL MİSİN?
ASİL MİLLETİM, SENİN ÖZ EVLATLARIN, BOZKURTLAR ATALARINA LAYIK OLACAK. KAHROLSUN TÜRKLÜK DÜŞMANLARI, KAHROLSUN KOMÜNİSTLER VE YERLİ UŞAKLARI.
YAŞASIN BÜYÜK TÜRK MİLLETİ, BİR ÖLÜR BİN DİRİLİRİZ.
TANRI TÜRK'Ü KORUSUN.
Ankara Ülkü Ocakları
(Devlet Gazetesi, 30 Mart 1970, Sayı: 32)
Körfez ÜLKü Ocakları
Bütün bu kanlı oyunlar, senin şehit kanıyla sulanmış vatanını Moskoflara satmak için oynanmaktadır. Bu vatanı bölüp, üzerinde başka devletler kurmak maksadıyla tertiplenmektedir. Kurtuluş Savaşı'nda cepheden sıvışan asker kaçaklarının veletleri, şehit çocuklarına bağımsızlık dersi vermeye yelteniyorlar. Tabii Moskof hesabına...
Büyük Milleitm,
Artık çok uyanık bulunmalısın. Komünistlere ve vatan bütünlüğünü bölmek emelinde olan bölgeci hainlere karşı birleşip, çelik bir yumruk gibi hazır olmalısın. Anayasa'nın sana tanıdığı haklara sahip çıkıp, bu hakları hainlere karşı korumalısın. Milli kuvvetlerin komünismi ezmesine yardım etmelisin. Sen de meydanlarda toplan. Sen de caddeleri doldur. Vazifesini yapamayan korkak ve aciz hükümeti vazife yapmaya mecbur et. Hakimleri vazife yapmaya davet et. Gaflet içindeki aydınları, idarecileri ve üniversite hocalarının uyandır. Kendi paranla beslediğin devlet radyosunu hizaya getir. Bütün basın üzerinde milli ağırlığını hissettir.
|
|
|
|
|
|
|
Bugün 3 ziyaretçi (4 klik) kişi burdaydı! |
|
|
|
|
|
|
|